24 Ağustos 2010 Salı

gidiyoruz...Peloponnesos...

Heycanlıyım..daha önce yunan adalarına gitmiştik aşkımla..Kos..Rodos..birbirinden güzel adalar..ama bu da başka olacak diye tahmin ediyorum..hem saatler sürecek bir otobüs yolculugu hem daha önce görmediğim mora yarım adasının merak edilen güzelliği hem otobüsle yolculuk yapma avantajından kaynaklanacak olan diğer şehirleri görme şansı..

Gelince kendi gözümden anlatmayı ihmal etmeyeceğim, ama şimdilik başkasının gözünden Peloponnesos!





Atina’dan çıkıp 80 km. gittikten sonra KORİNTHOS’a varmadan geniş yüksek bir köprünün üzerinde duruyoruz. Derin, masmavi dar bir kanaldan dev gibi bir Gemi Ege denizinden Korint denizine kestirmeden geçtiğini görüyoruz. Peleponlisos’un boynunu kanalla açıp koca yarım adayı adaya dönüştürmüşler. Burada durup soluklanıyoruz, bir yanımızda Yunanistan’dan, Arnavutluk’a ve İtalya’ya uzanan Korint denizi, bir yanımızda Anadolu’ya Türkiye’ye uzanan Ege denizi masmavi sularıyla.

Peleponnisos’un doğu kıyısından aşağıya doğru iniyoruz, masmavi küçük şirin köylerin oluşturduğu, tertemiz körfezlerden döne döne, uçsuz bucaksız zeytin bahçelerinin arasından ilerliyoruz. Lambis Papadis yunanlı kardeşimiz, dostumuz. Hem arabayı kullanıyor, hem de durmadan bize Peleponnisoss’u anlatıyor.

İlk durağımız Epidavros. Geniş zeytinlik alanın ortasından geçerek, çam ormanlarının arasında gizli, tarih dolu bir mekanla yüz yüzeyiz.Her yıl Yunanistan’ın en önemli tiyatro festivalinin yapıldığı yer burası.M.Ö. 3.4. yüz yıllarında buraya bir hastane köyü kuruluyor.

Oteli, Lokantası, Tiyatrosu, Kütüphanesi, Spor salonları ve Parklarıyla büyük bir hastaneye sahip olan bir hasta köyü. Tiyatrosu sapasağlam ayakta duruyor en önemli özelliği akustiği, sahnedeki en küçük bir kıpırtı en üstteki noktaya anında ulaşıyor. Buradaki müzeyi gezip burada bulunan tıpbi malzemeleri görünce insan M.Ö. 3.4. yüz yıldaki insanların gelişmişlik düzeylerine hayran kalıyor.

Buradan ayrılıp Naflion kentine doğru yol alıyoruz. Naflion deniz kenarında körfeziyle, kalesiyle,balığıyla ve tarihiyle ünlü bir kent. Naflion tepesinde 999 basamaklı Palamidi kalesi görmeye,gezmeye ve tırmanmaya değer. 999 basamağı çıkıp oradan bakınca masmavi deniziyle portakal ve zeytin bahçelerinin önündeki Naflion körfezinin albenisine doyamazsınız.

999 basamağı Sinan’la, Lambi tek tek sayarak iniyorlar merdivenlerden. Sinan, Naflionun albenisine kendini kaptırıp buraya yerleşmeye karar veriyor,”Baba ben yaşayacağım yeri buldum” diyor. Deniz kenarında balıklarımızı yiyoruz. Hepimize ayrı ayrı balıklardan birer tabak geliyor. Her körfezin kendine has temiz yerel balığı var. Naflionda marinas yiyeceksiniz. Hiç temizlenmeden kızartılmış olarak önünüze geliyor ve bir harika, yanında ev yapımı kırmızı şarapla birlikte.

Naflion Yunanistan’ın ilk baş kenti. 1827 yılında Osmanlılara karşı ayaklanan Peleponnisos halkı bağımsızlıklarını kazanarak Naflion’u baş kent yapıyorlar. Burada cumhuriyeti ilan ederek, ilk cumhur başkanları Kapodistrias’ı seçiyorlar. Ama bir süre sonra İngilizler ve Almanlar peleponnisosluları sömürgeleştirmek için Almaya’dan bavyare prensi Ottoyu

Nafliona getirerek yunan kralı ilan ediyorlar.Halkları köleleştirebilmek için her yolu mübah sayan Emperyalizm, isterse Almanı Yunan, isterse İngilizi Türk diye yutturabiliyor halklara.

Naflion’u tüm güzellikleri ile arkada bırakıp denizden içerlere doğru yol alıyoruz.

Yolumuz Sparta’ya. Sparta tarih, Sparta askerlik, Sparta barbarlık demek. Buraya, Atinada olduğu gibi eski çağda ne demokrasi nede bilim gelebilmiş.

Sparta dağlar arasında geniş bir vadi. 2450mt. Yüksekliğindeki tepesi karlı Taigetos dağının eteğinde kurulmuş küçük şirin tarihi bir kent. Sanki bir Ege kenti. Portakal ve zeytin bahçeleriyle kaplı her yanı, caddeleri turunç ve palmiyeleriyle temiz ve bakımlı.

Sparta’da gece konaklayacağız. Lambi, buranın kokoreçi meşhur diyor. Sparta bir ege kentine benziyor, daha temiz daha bakımlı, insanları çevreye karşı daha duyarlı. Kokoreç yemek için bir lokantaya giriyoruz. Sinan çok hevesli kokoreç yemeye. Gülseren’le ben biraz çekingen davranıyoruz. Kokoreçlerimizi yiyoruz ama burada kokoreç önümüze bütün konuyor nar gibi kızarmış tadı çok hoş. Sabah Spartay’a 6 km. uzaklıktaki Mistra(s) harabelerine gidiyoruz. Burası antik bir Bizans kenti. Her şeyiyle canlı M.S. 1200 yılında kurulmuş. İstanbul’dan sonraki en güzel en gelişmiş şehri burasıymış Bizans’ın. Bizans elitleri İstanbul’a gitmeden önce burada eğitim görür, kendilerini sanatsal ve politik olarak eğitip geliştirir ondan sonra İstanbul’a giderlermiş. İstanbul’un Osmanlılarca fethinden sonra burası iyice canlanmış. Bizans elitlerinin yaşadığı en gelişmiş şehri olmuş Bizans’ın Mistra(s).Burası tarihiyle, tarihsel yapılarıyla capcanlı çok iyi korunmuş gidilmesi ve görülmesi gereken bir yer.

Sparta’dan yolumuza devam ediyoruz. Peleponnisos’un her koyunda her körfezinde ayrı bir güzellik gizli, her tepeyi aşınca portakal ve zeytin bahçelerinin arasında pırıl pırıl, denizin kenarında bir güzellikle karşılaşıyoruz. Sparta’dan sonrada yepyeni gizli bir cennet bizi büyülüyor. Burası Monemvasia. Denize uzanan yarım adanın üzerinde Cenevizliler’ce yapılan bir kale olduğunu ve kalenin eteğinde denizin kenarında üst üstte örülmüş taş evlerin bulunduğunu yarım adayı dönünceye kadar fark edemiyorsunuz.

Önce Cenevizliler daha sonra Bizanslılar ve Osmanlılar burasını mekan tutmuşlar. Her yanı kesme kayalardan oluşan tek girişli muhteşem bir kale burası. Bir evin terasına oturup seyre dalıyoruz, ev yapımı kırmızı şarabımızı yudumluyoruz. Burası bizi dinlendiriyor. Köylerde şarapta zeytinyağı’da ev yapımı olduğu için tadı çok güzel. Monemvasia’yı görmeden Yunanistan’ın gezilmeyeceğini düşünerek buradan ayrılıp Githio’ya geliyoruz. Githio bir balıkçı kasabası.

Tertemiz pırıl pırıl bir deniz, dağın eteğinde, üst üste dağın yamacına dizilmiş evler, sakin huzurlu,dost insanlar ile bir ege kasabası.

Mora yarım adasındaki her dönemeci her dağı geçtikçe büyüleniyoruz. Deniz bir başka güzel, tarih bir başka canlı ve doğa en güzel şekliyle korunmuş. Doğa tarih bilinci Yunanistan’da ve Yunan halkında gelişmiş durumda, bunun altında yatan 1962 yılında temel eğitimin 12 yıla çıkmasıyla kültürel düzeyin yükselmesi olsa gerek. Her köy küçük şirin tertemiz.

Githio’dan sonra Mora yarım adasının en güney ucuna MANİ yarım adasına doğru iniyoruz. Mani yarın adası apayrı bir dünya. Bizi şaşırtıyor. Ormanın en az olduğu, denizden birden yükseliveren tepelerin eteklerindeki kaya köyleriyle şaşkına dönüyoruz. Köylerin taş evleri kale gibi 15 mt. Yüksekliğinde, taştan örülmüş, her katta bir oda olan üç kat üzerine kurulmuş kutu gibi taş evleri var. Alt katlarda sadece hava alma delikleri olan en üst katında ise küçük pencereleri olan sur evlerden oluşan köyler bizi büyülüyor. Evler bakımlı, köyler canlı. Bu tarihi korumak için Yunan hükümeti taş evini restorasyon ettirmek isteyenlere çok ucuz kredi veriyormuş. Korsanlara karşı korunabilmek için daracık sokakları ve denize yukardan bakan sur köylerle dolu Mani yarım adasını hayranlıkla seyre dalıyoruz. Yarım adanın her iki yüzü apayrı bir dünya. Görmek, görüp tanımak anlamak ve de Anadolu’ya uzanmak gerek diyoruz.

Köyümüzün tepelerindeki taş ev yıkıntıları geliyor aklıma tarihi birleştiriyorum Anadolu’nun mimari kültürü aklımda bütünleşiveriyor.

Yolumuza Mani yarım adasından çıkıp Peleponnisos’un batısından kuzeye doğru devam ediyoruz. Maniden sonra şirin, tertemiz kocaman balıkların insanlardan korkmadan suyun içinde yüzdükleri küçük Limeni köyünde mola veriyoruz. Burası beklide dünyanın en temiz en güzel denizi olan köy. tazecik balığımızı yiyip ev yapımı çipuramızı içiyoruz. Çipura yunanlıların meşhur uzosundan daha kaliteli yunanlılarca daha çok içilen aynı ev yapımı şarap gibi köylerde evlerde yapılan çok güzel bir içki. Sek içiliyor. Burada bir süre dinleniyoruz. Deniz pırıl pırıl, balıklar sürü sürü dolanıyor koyda.Sinan, acaba burayamı yerleşsem diyor.

Lambi ise Sinanın koyları beğenip hayran kalmasına çok seviniyor “ Sinan seni birde yunanlı kızıyla evlendiririz “ diyerek Sinan’ı destekliyor.

Hayranlıkla yolumuza devam ediyoruz. Peleponnisosun kuzeyden dolanıp akşam ünlü Olimpia şehrine geliyoruz. Dostumuz Antony sofianos bize otelde yer ayırtmış. Otelimize yerleşiyoruz. Sabah erkenden kalkıp Olimpia şehrinin temiz bakımlı sokaklarından geçerek Olimpa müzesine gidiyoruz. Müze bizi hayretler içerisinde bırakıyor. Müzenin arkasındaki geniş bir alan üzerine kurulmuş M.Ö. 5.6. yüz yıllarda ilk olimpiyatların yapıldığı bölgeyi geziyoruz. Atina, Sparta, Makedonya, Tiva, Plates,Argos v.s. şehir devletleri onca düşmanlığa, savaşa karşın bir araya gelip Olimpia köyünde spor yarışmaları düzenliyorlar. İlginç olan bu spor yarışmalarında her zaman barış dostluk ön planda tutuluyor. Savaşı andıracak savaş aletleriyle yarışma düzenlemeyi yasaklıyorlar. Her yıl aralarındaki savaşlara rağmen Olimpa ‘ya gelip yarışmalara katılıyorlar. Birinci olan yarışmacılara sembolik olarak Olimpia daki zeytin ağaçlarından kesilmiş birer zeytin dalı veriyorlar. Yarışmalara sadece erkekler seyirci olarak gelebiliyor. Kadınlar seyirci olarakta yarışmacı olarakta Olimpiaya giremiyorlar. Tüm atletler çırıl çıplak olarak yarışmalara katılıyorlar. Olimpia’dan tarihin ve doğanın büyüsünden etkilenmiş olarak Delfi’ ye doğru yola çıkıyoruz.

Korint denizini Patra körfezine bağlayan Rio köprüsünden geçerek Nafpaktos limanında soluklanıyoruz. Bu köprü Pelepennisos ile Yunanistan’ı bağlayan çok güzel ve çok önemli bir köprü. Nafpaktos’dan sonra ünlü bir gemici kasabası olan Galaxidi ye geliyoruz. Galaxidi dünde, bu günde ünlü bir gemici kasabası. Buranın tüm erkekleri eski çağda denize açılırlar, bir çoğu geri dönmezmiş. Kadınların çokcası dul yaşarlarmış. Ufukta her gemi görünüşünde tüm kadınlar limana inip geminin yanaşmasını beklerlermiş. O nedenle bu limanın adı dünden bu güne dullar limanı diye anılır olmuş. Dullar limanından ufka doğru bizde bakıyoruz. Lambi,Sinan, Gülseren hepimiz Galaxidi’ye hayran kalıyoruz. sokaklarında dolaşıyoruz.

Tüm evlerin kapılarında gemi resimli kaptan isimleri asılı. Bu gelenek eski yunandan bu güne sürdürülmüş.

Galaxidi gemicilikte çok ünlü. Yunanistan’ ın en ünlü gemici limanlarının başında geliyor. Buranın tüm insanları dünde bu günde gemi yapımı ve denizcilikle uğraşıyorlar. Galaxidi gelenekleriyle yaşıyor. Öğleden sonra deniz kenarından uçsuz bucaksız zeytin bahçeleri arasından kıvrıla kıvrıla, geçerek denize dik bakan bir dağın yamacındaki kartal yuvası gibi bir yer olan Delfi’ye geliyoruz. Defli tarih öncesinin İsviçre’si. Denizden 600mt yükseklikte, sarp bir köy. Olimpia gibi burasıda tüm Yunan şehir devletlerinin ortak koruduğu bir yer olmuş tarih boyunca. Burada kadın kahinler yaşarlar, sur gibi depolarda şehir devletlerin hazineleri saklanırmış. Tüm şehir devletlerinin yöneticileri savaşlar öncesi buraya gelir kahinlerden gelecekleri hakkında bilgi alırlarmış.

Defli’yi yürüyerek boydan boya gezip antik Yunanda tüm barbarlıklara karşın barışçı yönlerini nasıl geliştirip koruduklarını düşünüyoruz.

Defli’yi geride bırakıp akşama Atina’ya dostumuz Lambinin evine geliyoruz sabah kalkıp lambi bizi Antony’in eşi Sam’a teslim ediyor. Sam bizi Atina’nın ilginç yerlerini, tarihi mekanlarını gezdiriyor. Ama diyor Sam, bazı yerleri size yarın Antony gezdirecek. Antony Arkeolog ve tarihçi. Sinan Sam’ın anlattıklarını anında Gülserenle bana çeviriyor. İngilizce bilmediğimize hayıflanıyoruz. Daha sonra rehberliği dostumuz Antony devir alıyor. Antony bizi Akrapoliste köşe bucak iki gün boyunca en ince detayları anlatarak gezdiriyor. Akrapolise çıkınca Yunan bayrağının altında duruyoruz. Antony duygulanarak ikinci dünya savaşında alman faşistlerinin Yunanistan’ı işgalinde Yunan subaylarının, faşistler bayrağı indirmeden önce kendi bayraklarını indirip götürürken öldürülmelerini ve sonrasında 30 mayıs 1941 gecesi Üniversite öğrencisi iki partizanın gece karanlığımda parthenon’a tırmanarak alman bayrağını indirip yunan bayrağını çekerek kaçmalarını anlatıyor. Bu iki partizanın Apostalos Sıantas ve Manoli Glezo’nun üniversite öğrencisi olduğunu ve kominist olduklarını söylüyor. Antony bunları anlatırken gözlerinden yaşlar akıyor. Antony’in duygulanması Sam’ı Gülseren’i Sinan’ı ve beni de çok duygulandırıyor.

Dostumuz Lambi eşi Fani oğlu Aris kızı Danai ve dostumuz Antony ve eşi sam bizi Atinada kendi evimizde hissettirdiler. Onların sıcaklığı onların dostluğu bizi çok etkiledi. Dostluğun kardeşliğin dil,din ve ırk tanımadığını bir kez daha burada yaşayarak gördük.

Lambi bizi Atinanın kuzeyindeki 1413 mt yüksekliğindeki Parmita dağına götürdü. Parmita dağı geniş vadileri olan çam ve sedirle kaplı bir dağ. Bu dağda bir çok dağcılık kulubünün dağ evleri ve işaretlenmiş yığınla parkurları var. Dağı gezerken dağın yamacında eski küçük bir kilise görüyoruz. Burası Agios Petros kilisesi diyor Lambi. Kiliseyi gezmek için sapıyoruz, bahçesinde 65 yaş üzeri insanlar gençlerin müziği eşliğinde dans edip piknik yapıyorlar. Lambi bizi onlarla tanıştırıyor, bizi içlerine alıyorlar, piknik masalarına bizi de oturtarak şarap ve yiyecek ikram ediyorlar. Her masa bize ayrı bir ikramda bulunuyor. Papazla kırmızı yumurta kırma yarışması yapıyoruz. Nasıl buldunuz Yunanistan’ı diyor papaz. Sinan ” koylarınızı, koylardaki köylerinizi çok sevdim her zaman geleceğim “deyince, papaz, o zaman sana Yunanistan’dan birde kız bulalım diyor. Bunun üzerine yaşlı bir kadın Sinan’a “oğlum papazın kızı var sana verecek herhalde de diye takılıyor” tüm ikramların üstüne iki tane bütün nar gibi kızarmış keçi eti getiriyorlar. Afiyetle yiyoruz. Onların dostluğu bizi çok etkiliyor. Hepsiyle kucaklaşıp akşam eve dönüyoruz. Yunanistan gezimiz dostlarımızdan duygulu bir biçimde ayrılmamızla son buluyor. Yunanistan, Yunanlılar bize benziyorlar. Bizim onlarla onların bizimle hiçbir sorunu yok, olamazda. Oldum olası sınırlara, mübadeleye hep karşı oldum. İnsanları tanıdıkça da haklılığımı görerek daha bir mutlu oluyorum.

Peleponnisos’u gezmek, yeni yerler tanımak farklı coğrafi mekanlar görmek insanı çok etkiliyor.
Gezgin olmayı ömrümce hep sevdim, tat aldım. Ama gezginlik sorumlulukta yüklüyor insana. Küresel ısınmanın dünyamızı ne hale getirdiğini gördükçe dünyaya bakıp geleceğimizi görmek insanın canını acıtıyor. Canımızın acıması tavır almayı, karşı durmayı getirmiyorsa hiçbir şeye yaramaz. Bilim insanları “ insanlarda suçlu “ diyerek Emperyalizmin, Emperyaliz sömürge savaşlarının yarattığı doğa tahribatının, onun havaya saldığı gazların, karbondioksit salınımın gizlenmeye çalışıldığı günümüzde, güzel yerler görmek biz mutluda etse emperyalizmin kar hırsı ve onun yarattığı paylaşım savaşlarına karşı çıkmadıkça, tavır almadıkça küresel ısınma ve dünyanın tahribatının devam edeceğini bilmek gerekiyor.